Turizmin betonla ölüm kalım savaşı
Son yıllarda, turizm terminolojisinde, bu işin ruhu ile ters orantılı bir farklılaşma başladı.
Bundan yirmi yıl kadar önce daha insani kavramların revaçta olduğu turizm söylemi, çok keskin bir dönüşüm yaşadı. Bilançolar, kar zarar tabloları ve buna benzer birçok kavram, turizm iletişiminin en çok kullanılan sözcükleri haline geldi.
Sektör ile uzak ya da yakından ilişkili olan her oyuncu artık tek bir gözlükten bakarak konuşuyor. Kar ya da zarar. Hem de son derece kısa vadeli olarak.
Sürecin geleceğini düşünen kalmadı
Herkes, her kurum, sadece bu güne odaklanmış durumda. Böyle olunca, direksiyonu elinde tutanlar sadece önlerindeki virajı geçmeyi düşünüyor. Menzili düşünen yok.
Bu yaklaşımın en olumsuz sonuçlarını kentlerde gözlemlemek mümkün…
Hızlı ve hormonlu büyüme, aslında önceden tahmin edilmesi çok kolay olan, ama dikkate alınmayan sorunları patlattı.
İşsizlik
Çarpık yapılaşma
Yeşil alan yetersizliği
Beton yoğunluğu
Asık suratlı yığınlar
Ulaşım karmaşası
Tek düze, renksiz bir hayat
Kentlerin keyfi kaçtı
Kentlerde, bundan 40 yıl kadar öncenin şen şakrak insanlarının yerini, ruhunu öfke ve üzüntüye rehin bırakmış olan robotlar aldı.
Mahalle kültürü bitti. Komşuluk bitti. Kahkahalar bitti.
Kentlerin kendilerine özel kokuları vardı. O kokuların yerini duman, egzos, çöp kokuları aldı
Antalya, portakal çiçeği kokardı..
İstanbul’un kendisine has kokusu, çay ve fırından taze çıkmış simit idi.
Bolu’nun çam kokusu kilometrelerce öteden gelirdi.
Şimdi geçmiş olsun.
Betona, çöpe, insana, saçma sapan peyzaja boğulan kentlerin keyfi kaçtı.
Beslenme, uygun zamanlarda ve ahenk ile yapılan bir ritüelden, tıkınmaya dönüştü.
Biraz daha modern ve profesyonel olanlar, bu kutsal eylemi, atıştırma gibi, yeni yetme bir kavrama indirgedi.
Anadolu ve Trakya’nın, özünü korumak ve güler yüzlü kalmak için direnen kentleri dışında her yer bir yapaylık adasına dönüştü.
Her ada, çevresine kendi sınırlarını çizdi. O sınırların içinde, çapaçulluğun, derme çatmalığın, özensizliğin özerk bölgesini ilan etti.
İşin kötüsü, bu eğilim dünyanın her tarafını sardı
Büyük kitleler halinde göç alan ve hızla büyüyen kentler arasında, geçmişe sadık kalanlar, özlerini korumayı başardılar.
Bu sadakati besleyemeyen kentler ise, anlamsız bir modernitenin kimliksiz çocuklarına dönüştü. Onları benzerlerinden ayıran bütün manalar, basit yaşam talimatlarına mağlup oldu. Belleklerden ve geleneklerden silinip gitti.
İşte bende mazisine sadık bir kent algısı yaratan kentlerden bazıları
Venedik..
Roma…
Kiev..
Moskova..
Midilli
Erivan
Lizbon
Filibe
Atina
Prag
Budapeşte
Beyrut
Şam
Bu kentler, betonun, paranın, sanayinin vahşi saldırılarını onurlu bir sükunet ile karşılıyorlar. Her atağı savuşturuyorlar. Kendileri kalmak için direniyorlar.
Bilinmeli ki, gelecek bu kentlerin olacak
Zira, onlar uzak olmayan bir gelecekte, modern yaşamın yükünü omuzlarında taşımaktan bıkan kitlelerin kadim sığınakları olarak öne çıkacaklar.
Gülüşünü, kokusunu, tadını kaybeden kentler
Gökyüzüne çıkın, devasa dürbün ile Dünyanın her tarafını tarayın. Birbirine ikiz gibi benzeyen binlerce kent bulacaksınız.
Aynı beton yığınları..
Aynı ruhsuz koşuşturma..
İçinde yaşanır gibi yapılan, aslında hayatın tüketildiği devasa binalar..
Karınca gibi koşuşturan, ama onların koşuşturmasındaki derin mananın ve misyonun minicik bir parçasını bile yansıtmayan kalabalıklar.
Kentlerin iklim değerleri, yerleşim koordinatları ve biyolojik gerçekleri ile örtüşmeyen tuhaf peyzaj ve ağaçlar. Yani, doğanın kendi kurallarına göre değil, birkaç karar vericinin keyfine göre biçimlenen yeşillendirmeler.
Binlerce yıldan bu yana damıtılmış özel zevklerin ürünü lezzetler yerine, asıllarının komik taklitleri olan mutfaklar.
Şimdi durup düşünelim:
Ben, “Antalya turist sayısı itibarıyla başa güreşen bir destinasyon olabilir. Ama turist, kente değil otellerdeki büfelere, içkiye, yatağa, eğlenceye geliyor” derken haksız mıyım?
Ben bu kente “ Dev Bir Yatakhane ve Dev Bir Yemekhane” derken abartıyor muyum?
Eğer, Portakal Çiçeği Bulvarı sadece bir cadde ismi olarak kalmasaydı…
O birkaç kilometrelik caddenin bir ucundan yürüyerek girenler, yüz metre sonra, muhteşem portakal çiçeği kokusunun cazibesi ile kendilerinden geçselerdi..
O cadde bir koku mabedine dönüşmez miydi?
Kimse bana kızmasın.
Antalya da gülüşünü, kokusunu, tadını kaybeden kentler arasında artık
İstanbul da…
İzmir de…
Bu kentleri kazanma şansımız var mı?
Elbette var.
Bu kentlerin bundan 50 yıl önceki modellerini bulalım.
O modeli esas alarak, en azından kentin bazı bölgelerinde kültür, sanat, doğal yaşam ve konukseverlik vahaları oluşturalım.
Gelecek, hayata yumuşak gücü katabilen kentlerin olacak
Yumuşak gücün bileşenleri ise, zarafet, tarihsel miras, mutfak, sanat, kültür, insanilik, merhamet, vicdan, etik gibi değerler olacak.
Bu yumuşak güç ile yaşayan, yönetilen kentlerin yüzü gülecek..
Kokusu insanı saracak..
Bu kentler ziyaretçilerini de, yaşayanlarını da kucaklayacak.
Gelin, Gülen ve Kucaklayan Kentler atağını başlatalım.
Ama bunun için önce betonu yenmemiz gerekiyor
Önemli haberleri kaçırma!
E-posta bültenine abone ol: