EĞİTİM VE GÖRGÜ FAKİRİYİZ
Bana göre, hepimizin atladığı veya adlandırmak istemediğimiz sorunun gerçek tanımı; Halkımızın eğitim ve görgü fakirliğidir.
İstanbul’u kirletenler ne kuşlar, ne balıklar ve nede kara hayvanlarıdır. İstanbul’u kirletenler, eğitimleri yetersiz, milli ve dini örf ve adetlerimizden doğru nasibini alamamış, uluslar arası görgü kurallarını ise hiç bilmeyen kendi vatandaşlarımızdır.
Ana sorunumuz eğitim ve görgü fakirliğidir.
Konunun temeline inersek, halkımıza; ilk, orta ve lise öğretiminde ve hatta üniversitelerde; (çevrecilik ihtisası yapanlar hariç)
Çevreyi nasıl korumamız gerektiği,
Buna neden gereksinim olduğu,
Gelecek nesillerin bu günkü nesilden neler beklediği öğretiliyor mudur?
Doğanın iyi korunmaması halinde;
Gelecek neslin başına neler gelebileceğinin eğitimi veriliyor mudur?
Bu konu ile ilgili hazırlanmış bir ders kitabı var mıdır?
Ders kitabını bir yana bırakın, acaba bu konu ile ilgili bir ders başlığı var mıdır?
Öğrenciler böyle bir dersten sınavlara tabi tutuluyorlar mıdır?
Cevap; Hayır!
Okullarda, gençlerimize medeni yaşamları için öğrenmeleri zaruri olan görgü kurallarını bir ders başlığı altında öğretebiliyor muyuz?
Bunun için MEB tarafından bastırılmış bir kitap var mıdır?
Bu konuda sınavlara tabi oluyor muyuz?
Cevap; Hayır!
Ama bir anket yaparsak, herkes medeni yaşamın getirdiklerinden yararlanmak ve kentlerde yaşamak istediklerini ifade edeceklerdir. Hatta, bazıları bilinçsizce AB’ye girmemizden yana fikir beyan edeceklerdir.
Onlara soruyorum;
- Hangi temel eğitimle?
- Hangi görgü ile?
- Hangi meslek ile?
- Hangi kıyafetler ile?
- Hangi çevrecilik ile?
- Hangi standartlar ile?
Haydi diyelim ki;
Devlet tüm vatandaşlarını okutma olanağı yaratamadı,
Bazı aileler çocuklarının okuması için fedakarlık yapamadı,
TV, radyo, yazılı basın bu konularda eğitici yayın yapmıyor,
Belediyeler görgü ve eğitim işini angarya kabul ediyor.
Peki, insanları hayvanlardan ve diğer tüm canlılardan ayıran, Yücelerin yücesi Allah’ımızın insanlara kendinden hediye ettiği akıl ve vicdan ne işe yarar?
Yüce Allah’ımız, biz sevgili kullarına akıl ve vicdanı hediye ederken, verdiği hediyeleri yerinde kullanmamız, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, pis ile temizi ayırt etmemiz için vermedi mi?
Hayvanlar yedikleri yeri pislemekle ünlüdürler. Çünkü hayvanlar, biz insanların sahip olduğu akıla sahip değillerdir.
Peki, insanlar yaşadıkları, yedikleri, içtikleri yerleri pisletirlerse, hayvanlar ile eşdeğer duruma düşmüyorlar mı?
Düşününüz, hafta sonları piknik alanlarında boş delik kalmıyor. Her yer otomobil, mangal, et kokuları, duman, is ve kıyafeti bozuk insan yığınından geçilmiyor.
Manzara ne kadar güzel, herkes eğleniyor görünüyor. Kimi ip atlıyor, kimi top oynuyor, kimi salıncakta sallanıyor, kimi gölgede kestiriyor, kimi karnını doyuruyor, kimi, yüksek volümle arabesk dinliyor vs…
Kısaca bir haftanın yorgunluğunu çıkarıyorlar. Haklarıdır da…
Peki, buraya kadar her şey çok güzel de, her ailenin sevdiği farklı bir türkü ve arabesk müziğin, rahatsız edici bir ses ayarıyla dinlenerek, birbirine karışmış müzik kompozisyonuna ne diyeceksiniz?
Peki, tüm mangallardan gelen, birbirine karışmış, bol yağlı köfte, pirzola, şiş, tavuk, balık, közleme kokusu yanında duyulan kömür kokusu, duman ve is yayılmasına ne diyeceksiniz?
Peki, zavallı hanımların, başlarından topuklarına kadar, mumyalanmış firavunlar gibi sarınıp, ailelerine hizmet etmek için çırpınıp, ter içinde kalırlarken, diğer taraftan erkeklerimizin şort, atlet ve terliklerle dolaşmalarına ne diyeceksiniz?
Birilerinin canı var da diğerlerinin yok mudur? Yüce Allah’ımız cinsiyetler arasında hak ayırımı gözetmiş midir?
Peki diyelim ki, herkes yedi, içti, oynadı, dinlendi vs. Hepsi de helali hoş olsun. Hava karardığında eve dönme zamanı da geldi, çattı...
Halkımızın büyük çoğunluğu; yediği, içtiği tüm pislikleri bulunduğu yere bırakıp, arkalarına bile bakmadan evlerine dönüyorlar. Buna ne diyeceksiniz?
Bırakılan pislikleri ya rüzgar dağıtıyor veya civarda nöbet tutan semt hayvanları dağıtıyorlar. Bu görüntüler ve gerçekler bize şu konuları düşündürüyor:
- İşte, bizim eğitimimiz!
- İşte, bizim görgümüz!
- İşte, bizim çevreciliğimiz!
- İşte, bizden çocuklarımızın öğrenecekleri!
- İşte, bize temiz olmayı emreden dinimiz!
- İşte, Allah’ımızın bize hayvanlardan farklı olmamız için verdiği akıl!
Hiç biri, bir işe yaramadı. Hayvanlardan daha farklı olamadık. Ne insanlığa karşı ve nede yüce Allah’a karşı görevimizi yerine getiremedik…
Sanki o mekana bir daha gereksinim duymayacakmış gibi acımasız ve görgüsüzce.
Lütfen, piknik yerlerini takip ediniz, piknik alanlarını savaş alanı gibi bırakıyoruz. Aynen bozguna uğramış orduların savaş alanından çekilirken verdiği görünüm gibi.
Her yerde uçuşan pislikler, yemek artıkları, boş petler ve şişeler, her yerde dumanlar tütüyor, her yerde kömür pislikleri v.s.
İşte, bu kötü alışkanlıklarımızı, eğitim ve görgü eksikliğimizi AB ülkelerinde de tekrarladığımız için, AB ülkeleri Türk vatandaşlarını maalesef her alandan dışlıyorlar.
Orta ve kuzey Avrupa’da hava şartları ender olarak açık, temiz ve güneşli olur. Avrupalılar, böyle bir fırsatı yakaladıklarında, ailecek otolarına binerler ve en yakın yeşil alana, göl veya nehir kıyısına ulaşıp, hemen oracıkta soyunup, (içlerinde mayo ve bikiniler hazır oluyor) şezlonglarını, portatif koltuklarını, yaygılarını açıp, kulaklıklarını takıp, müzik dinlerlerken, ellerine de bir kitap alıp okumaya çekiliyorlar.
Biz Türkler ise böyle bir fırsatı yakaladığımızda, boğazımızdan başka bir şey düşünemediğimiz gibi, gittiğimiz yerleri dağıtmadan, kirletmeden, gürültü yapmadan ayrılmıyoruz.
Herkese soruyorum; Bizden daha geri kalmış ülke insanlarından ne farklılığımız var?
- Nerde kaldı, Türk örf ve adetleri?
- Nerde kaldı, İslami kurallar?
- Nerde kaldı, imparatorluk kültürümüz?
- Nerde kaldı, medeni görgü kuralları?
İşte, AB ülkelerinin sık olarak bahsettikleri kültür farklılığının bir diğer yönü de budur.
Devletin ve ailelerin veremediği eğitim ve görgüden yoksun vatandaşlarımızın, piknikte kurdukları ilginç ortamı, deniz kenarlarında ve kumsallar üzerinde de kurduklarına şahit olmaktayız.
Bu görüntülere ilaveten, denizlere türban, pantolon, entari ve pardesü ile giren, kumsalda kara çarşafı ile oturan hanımlarımıza ve haşemalı erkeklerimize de sıkça rastlamaya başladık.
Tabii ki onlar da bu ülkenin asli vatandaşlarıdır. Onlar da herkes gibi ülke nimetlerinden yararlanacaklardır.
Ancak; Baloya ev kıyafetleri ile gidemeyeceğimizi, okula pijama ile gidemeyeceğimizi, camiye mayo ile giremeyeceğimizi, denize günlük elbiselerle giremeyeceğimizi hatırlatmak için, muhataplarımızın zeka özürlü olmaları gerekir.
Bunu ayırt etme görgüsüne sahip değilsek, tabii ki her medeni ortamdan dışlanırız.
Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde, güzelim denizlerimizde rastladığımız bu ilginç görüntülere rastlayamazsınız.
Denizi ve kumsalı kullanmasını bilmediğimiz yetmiyormuş gibi, halkımızın, kumsalı terk ettikten sonraki hali de görmeye değer.
Kağıtlar, poşetler, kırık şişeler, petler, karton kutular, yiyecek artıkları, sigara izmaritleri v.s. …
İşte, yabancı turistler ile ülkenin sahibi Türkler arasındaki farklılıklardan çarpıcı bir örnek!
Denizlerimizde ve piknik alanlarında doğan farklı kompozisyonlar, turistler açısından çok ilginç bulunup. resim üzerine resim çekiyorlar.
Türk ve batı kültürü karışımı ile yetişmiş ve uzun yıllar otelcilik yapmış bir turizmci olarak herkese soruyorum:
“Biz Türkler, 21’nci asırda bu görüntülere hak ediyor muyuz?”
Hem turizmi ağzımızdan hiç düşürmeyeceğiz ve hem de turistlerin Türkiye’den olumsuz izlenimlerle ayrılması için, tüm olumsuzlukları görmezden geleceğiz!
Hem AB’ye girerek Avrupalı olmak isteyeceğiz ve hem de kötü ve çirkin alışkanlıklarımızı Avrupa’ya taşımak isteyeceğiz…
Hem Avrupalılara özeneceğiz ve hem de eğitimimizi ve görgümüzü geliştirmeyeceğiz.
Tüm bunlardan yalnızca halkımız mı sorumlu?
Tabii ki, hayır!
Bu güne gelmemizin baş sorumluları, bu güne kadar iktidar olmuş hükümetlerimizdir.
Önemli haberleri kaçırma!
E-posta bültenine abone ol: