ARDEŞEN COĞRAFYASI…

Şaban Ali Yaşaroğlu Şaban Ali Yaşaroğlu 31/12/2019 23:40

1950 yılının ortalarında, Beyoğlu “Tokatlıyan Oteli”nde konuğumuz olan eski Pazar ilçesi Kaymakamı Ahmet TAHTAKILIÇ, bir gün bana: “Yavrum sen nerelisin?” diye sormuş; “Ardeşenliyim efendim” yanıtını verdiğimde ise; “O cennet gibi güzelim toprağını bırakıp, burada ne işin var kardeşim?” demişti. Eski Pazar Kaymakamı, sonradan Uşak milletvekili olan TAHTAKILIÇ masa arkadaşına dönerek: “ARDIÇOĞLU, bu çocuğun memleketi Ardeşen’in harikulade bir coğrafyası var. Pazar’da görev yaparken Ardeşen’e baktıkça tablo gibi bir manzara çıkardı önüme; sanki Tanrının Karadeniz’e bir armağanı gibiydi. Pazar’da Kaymakam olduğum yıllarda, ortaokulun inşaatını Ardeşen’e panaromik bakan yerde kurulmasını arzu etmiştim. Çünkü öğrencilerin, Ardeşen’in doğal güzelliklerine baktıkça ufkunun açılacağını düşünüyordum. Fakat okul için uygun bir arazi bulamadım.  ” diye anlatmıştı sonradan (1963 yılında) ilk Turizm ve Tanıtma Bakanımız olan Nurettin ARDIÇOĞLU’na…

Sonraki yıllarda Ardeşen’e izinli olarak gittiğimde, öğretmen Şahin YANIK’a Pazar’a geçmek üzere bana eşlik etmesi ricasında bulunmuştum. Niyetim; Pazar ilçesinin burun kısmında durup, Ardeşen’e doyasıya bakmaktı. Baktıkça duygulandım Ardeşen’in bütününe…

Kaçkar Dağları’nın tepelerini, dantel gibi incelikler öre öre Fındıklı ilçesinin yaylalarına uzayıp giden süt beyazı karın eteğinde deniz manzaralı yeni yolu; Şenyurt, Işıklı, Ortaköy, Mutafı, Taşbaşı, Yayla, Bahar, Merkez, Mamala, Elmalı, Fırtına, Düz, Hamidiye ve omzunda konuşlanmış olan Ardeşen’in 38 mahallesi ve 25 köyüne baktıkça insan nasıl duygulanmasın? Hele ilkokul yıllarımda çobanlık yaparken Ayşe annemin “Acıkınca yersin oğlum” diye paketleyip yanıma verdiği “Hamsili ekmek ve körpe salatalıkları” iştahla oturup yediğim “Isına” ve “Dua Tepe”nin yamaçlarına baktıkça o günlerimi nasıl hatırlamayayım?

Sonbahara doğru mallarını sahile doğru indiren Osman dedemin babası, Büyük Recep dedemizi karşıladığımız o “Dua Tepe”ye baktıkça, büyük dedemizin ceplerini karıştıra karıştıra içinden çıkardığımız beyaz çam sakızlarını avuçladığımız günleri nasıl yaşamayayım?

Fırtına’da YAŞAROĞLU’nun (AHMEROĞLU) ve ATABEY’lerin (KOMBOOĞLU), hayvan barınaklarından başka tek bir binanın bulunmadığı; bıldırcın mevsiminde atmacacıların uğrağı ovada yetişen pirincin, kabağın, soya fasulyesinin ve mısır kombalasının lezzetlerinin rüyası ile öğretmen Şahin YANIK’a dönüp: “Şahin, Pazar’dan Ardeşen’e bakarken şurda bir fotoğrafımı çek” diyorum. Şahin’in çekmiş olduğu o fotoğrafı İstanbul’a döndüğümde yeğenim Deniz DİNÇER’in fotoğraf stüdyosunda büyüterek çalışma masamın üzerine asıyorum. Şimdi, yıllar sonra o fotoğrafıma baka baka bu satırları yazıyorum. Yazdıkça da zaman zaman üzüntüye kapılıyorum…

Doğu Karadeniz’de her karış toprağı altın değerinde olan Ardeşen’in bugün geldiği olumsuz duruma üzülüyorum.

En son kısa bir ziyaret için 2010 Mayıs sonu gittiğim Ardeşen’de gördüklerim ve duyduklarıma nasıl üzülmeyeyim?... Örneğin; Karadeniz’in dağlarından dinamit patlatılarak koparılan kocaman taşlarla, Samsun’dan Sarp’a kadar denizin dolduruluşu ve Tanrının binlerce yılda oluşturmuş bulunduğu doğal koyların yok oluşu…

Denizde doğup büyüyen bölge halkının denizden uzaklaştırılışını; güneşin d vitamininin ve denizin iyotunun fakiri yapılışını; 30 çeşit balık türünün 4-5 çeşide düşürülüşünü; hamsi ve benzerlerini yemeye mahkum edilişini gördükçe üzülüyorum. 

Yazın kavurucu sıcağından Antalya ve benzeri bölgelerin bahçelerinde olgunlaşmadan dalından koparılan “GDO”lu kanser yapıcı sebze ve meyveleri tüketmeye özendirilen Doğu Karadeniz halkı, düzinelerce açılan eczanelerin önünde kuyruk sırasına sokulduğunu bilmek...

Bölgenin deniz dibinde mevcut petrol yatağını arama girişiminin, “Türk halkı ve bölgenin insanları zenginleşerek kontrolümüzden çıkar” endişesi ile yabancı eller tarafından önlendiğini, Kemal ATATÜRK Cumhuriyeti Devleti’nin Karadeniz halkı için sefere koyduğu “Cülcemal, Güneysu, Tarih, Aksu, Karadeniz, Cumhuriyet, Ege” gibi al bayraklı yolcu vapurlarının seferden kaldırılışını ve karayollarının üzerinde tekerlek döndürücü yakıt yakıcı araçların kimilerinin para kazanmaları için hızlandırıldığını; şimdi de Doğu Karadeniz’in derelerinin satışının gündeme girdiğini izlemek… Demek oluyor ki; tankerlerle gurbet yolcusu Karadenizlilerin ortak malı olan derelerinin suyu pet şişelere konularak Ardeşen ve bölge marketlerinde para ile halka satılacakmış.  Üstelikte kanser yapıcı olduğu söylenen plastik şişelerin içinde… Olur şey değil!

“Derenin derincesi, akar suyun incesi” diyerek, kemençesini konuşturan Rizeli kemençeci Şair Sadık, hayatta olup bugünleri görmüş olsaydı kim bilir meşhur kemençesinin tellerinden nasıl sesler dökülürdü?.. Petrolün ömrü bitmek üzere; peşi sıra su savaşları gündeme girecektir ve askerlik çağındaki çocuklarımız su savaşı için cepheye gideceklerdir.

Genç Cumhuriyetin 10. Yıl coşkusuyla, ulusça söylenen “Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan” marşı halkın en ucuz, en güvenli, en rahat ulaşım aracı olan demiryolu yapımını “Komünist işidir” diyerek hızını kesmemiş olsaydık; o yıllarda Samsun’a gelmiş olan tren seferleri Hopa’ya kadar uzatılmış olsaydı, kim bilir bölgemizin sosyal ve ekonomik çehresi nasıl yükselirdi?... İnsanlarımız da genç yaşlarında “Trafik Canavarı”nın kurbanı olmazdı. Bir Turizm eğitimcisi ve yazarı olarak: “Yaylalara çimentoyu sokmayın. Ne yaparsanız yaylanın doğallığına uyumlu yapın. Demirden değil, ağaçtan çiviler kullanın, yaylalarımızın doğallığını koruyalım. Deniz elimizden çıktı, bari yaylalarımıza sahip çıkalım. Çünkü bölgemizin geleceği Turizmdedir” diye yıllarca söyledim, yazdım.

Bütün bu söylediklerim ve yazdıklarımın tam tersi ile bugün karşı karşıya kaldık. Bir süre önce Rize’nin İkizdere ilçesinde bir araya gelen bir dizi bakan, vali ve üst düzey bürokratlar: “Doğu Karadeniz Turizm Master Planı” üzerinde görüş ve düşüncelerini dile getirmişler. Bunlardan bazıları şöyle:

♣    İşsizliğe çare olacak
♣    Samsun’dan girdiğinizde, yolunuzu kaybetmeden bir safari yapabileceksiniz
♣    Bir tur düzenleyebileceksiniz
♣    İstediğiniz yaylada konaklayarak, Artvin’den çıkabileceksiniz
♣    “Yaylaların Birleştirilmesi Projesi” Doğu Karadeniz’de hizmet sektörünün önünü açacak
♣    “Yolların Birleştirilmesi” ile turistler bir yaylayı günübirlik gezmek yerine, yöredeki bütün yaylaları gezme, konaklama fırsatı bulabilecekler
♣    Bu proje, bölgenin kalkınması için tek alternatif
♣    Bu proje, bölgenin işsizlik sorununa cevap verecek
(Cumhuriyet, 09.08.2010)

Dağları delik deşik yaparak; oralardan sökmüş olduğumuz kocaman taşlarla denizi doldurup, koylarını yok edip, Karadeniz halkını denizden uzaklaştırdığımız Samsun-Sarp Duble Yolu, halka ne sağlamış? Yolun, halkı Karadeniz’in azgın dalgalarının tehdidi altında bırakmaktan başka? Bölgenin sosyal ve ekonomik sorunlarına, işsizliğine bir çare mi getirdi? Yoldan transit gelip geçen araçları seyretmekten ve Ankara, İstanbul gibi büyük kentlere 2-3 saat erken varmaktan başka?

Yazın bunaltıcı sıcağından kaçıp, Ayder’in serin havasına sığınmakta zorlanan Ardeşen ve bölgenin halkı, Kaçkarların tepesine çıkmayı göze alabilecek mi? Birkaç kişiden başka kimsenin göze alabileceğini hiç sanmıyorum… O halde, “Doğu Karadeniz Turizm Master Planı” birkaç macera tutkunu turist ve milletin parasıyla bazı kişilerin zenginleşmesi için mi yapılacak?.. Yoksa, Doğu Karadeniz halkının turizmi pazarlamada tek değeri bulunan yaylalarının tepesine beton kule dökülerek, yaylalar yayla olmaktan çıkarılarak, beton tarlasına mı dönüştürülecek?.. Kızgın güneş altındaki “Samsun’dan Artvin’e kadar uzatılacak beton yol”un ısınmasıyla birer birer oksijen ambarı olan yaylaların iklimi değişecek mi? Kim bilir daha ne olumsuzluklar olacak doğal yaylalarımızın hayatında…

Kim bilir, belki doğduğum Işıklı (Gare) köyümün başına gelen, Doğu Karadeniz’in yaylalarının da başına gelecek; yaylalar yayla olmaktan çıkmış olacak…

Denizin kıyısında şirin mi şirin bir köydü benim Işıklı (Gare) köyüm… Bahçeli bahçesiz 5 kahvesi, 1 moteli, 3 berberi, 2 terzisi, 2 fırını, 5 bakkaliyesi, 1 Halkevi, 1 Gümrük Muhafaza Memurluk Binası, 1 kırtasiyesi, 2 zaire ambarı, 1 kumaş mağazası (camisi, şadırvanı ve PTT’sini her nasılsa bırakmışlar), 2 demirci dükkanı, 2 ayakkabı tamircisi… Bir zamanlar 5 köy ve 10 mahallenin 300 civarında öğrencisinin eğitim gördüğü 5 sınıflı meşhur Işıklı (Gare) İlkokulu… Her Cuma Arhavi, Fındıklı, Çayeli, Pazar ve Ardeşen esnaflarının gelip geniş meydanında çeşitli giyecek, yiyecek ve içeceklerin satışı yapıldığı dillere destan “Gare Köyü Pazarı”, çeşitli tonajlarda 3 motoru, Derebeylikten kalma tarihi kalesi, 2 marangoz atölyesi, asırlık ikiz ıhlamur ağacı, portakal ve kiraz ağaçları ile ünlü Işıklı (Gare) köyü bugün yok… Çocukluk yıllarımdan arkadaş ve yakınlarımın yol kenarındaki bir kahvede sığınmalarına üzüldüm…

Birilerinin çıkarı için değer miydi Işıklı beldesinin güzelliklerle dolu, doğal görünümüne kıymaya?..

Bugünkü teknoloji çağında çarşının arkasından bir tünelle duble yolu geçiremez miydiler? Bende ne söylüyorum; kişisel çıkar peşinde koşan küçük kafaların işi midir gelecek nesilleri düşünmek? Ona büyük kafa lazım büyük arkadaş!.. Çünkü, gelecek nesillere miras bırakılacak işlerin yapımı için büyük düşünmek gerekir.

Yıllar önce okuduğum ABD’nin Cumhurbaşkanı John KENNEDY’nin “Fazilet Mücadelesi” adlı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri kurucularını saygı ile anarken; “Onlar büyük düşüncelerinin insanlarıydı” diyordu. O nedenledir ki; “Big Thing” Amerikalıların bir sloganı haline gelmiş oldu. Yani, “Büyük Düşün”..!

“Yurtta barış, Dünyada barış” diyen Kemal ATATÜRK ve arkadaşları devletimizi kurarken büyük düşünmüş olacaklar ki, 12 yıl sonra 100. Yılını kutlayacağımız Türkiye Cumhuriyeti’ni iç ve dış işbirlikçilerin ortak gayretleri ile hala yıkamadılar ve asla da yıkamayacaklar ve kendi enkazlarının altında kalacaklardır. Çünkü bu devlet, büyük düşüncelerle kurulmuş Kemal ATATÜRK’ün bir Cumhuriyetidir.

Ben sınıfta turzim öğrencilerime, “Dünyaya dar açıdan bakarsanız kendinizi, daha büyük açıdan bakarsanız ülkenizi, en büyük açıdan bakarsanız dünyayı düşünmüş olursunuz” önerisinde bulunuyorum. Burada vermek istediğim mesaj; “Daima büyük düşünün”dür.

1978’de gece konakladığım Moskova “Sputnik Oteli”nin önündeyim. Etrafıma bakınıyorum. Bu arada gözlerim Moskova bulvar ve caddelerinin büyüklüğü ve genişliklerine odaklandı. Hayranlıkla izleyip, düşündükçe Beyoğlu İstiklal Caddesi gözümün önüne geldi. İmparatorluk döneminde “Cadde-i Kebir” denilen 1 km’lik meşhur cadde… Moskova’dakilere baktıkça yıllarca büyüklüğüyle övündüğümüz İstiklal caddemizin bunların yanında ne kadar küçük bir cadde olduğunun kanısına varmış oldum. Demek ki, Devlet Başkanı Çar; asırlar öncesinden gelecek nesiller için büyük düşünmüş. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllarının haşmetli padişahları da hep kendilerini düşündükleri için dünyaya dar çerçeveden bakıp, büyük düşünmemişler…

Bu arada bir anımı okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Öğrencilerime “Dolmabahçe Sarayı”nı gezdiriyorum. “Haremlik-selamlık” derken, 3 saat sonra hep beraber sarayın dışına çıktık ve aracımıza doğru sarayın “Has Bahçesi”nden ve şiddetli yağmur altında hızlı adımlarla yürüyoruz. Birkaç adımdan sonra, öğrencilerimizden Ali YORULMAZ: “Hocam ıslanmayınız” diye şemsiyesini açarak koluma girdi. Kendisine: “Ali, geziden yararlandınız mı, geldiğimize sevindiniz mi?” dediğimde bana: “Hocam, lisede bize Osmanlı tarihini okuttular. Fakat, gerçek Osmanlı tarihini bugün anladım. İyi ki bizi buraya getirdiniz” dedikten birkaç adım sonra, kulağıma doğru eğilerek: “Hocam, bunca servet insanın gözünü kamaştıran bunca zenginliğin sahibi olan bu adamlar bari bizim Refahiye’de bir yol yapsalardı” dedi. O gün beni derin derin düşündürmüştü Dolmabahçe Sarayı’nın “Has Bahçe”sinden çıkarken Ali’nin kulağıma söyledikleri… Sanki genlerimize işlemişti günlük çıkarımıza dönük, dar çerçeveden dünyaya bakmak… Kişisel çıkarlarımız uğruna aklımıza bile gelmiyordu gelecek nesillerimiz için eskisinden daha güzel eserler yapmak… Eğer büyük düşünebilseydik, bugün böyle olur muyduk? Her bakımdan mutsuz ve gelecekten umutsuz gençlerimizin ana babaları olur muyduk?

Eğer büyük düşünüp, geleceği görebilseydik; yurdumuzun harika bir bölgesi olan Doğu Karadeniz’imizi 2010 yılında denizleri gemisiz, yaylaları betonlu, yolları trensiz, göğü uçaksız ve altyapısı yetersiz bırakır mıydık?

Eğer 50-60 yıl önce “Fırtına Ovası” devlet korumasına alınarak kesinlikle iskana açılmamış olunsaydı; bugün iç içe geçmiş beton yığını görünümlü bir yerleşim haline gelir miydi? Ardeşen’in “Framuli Kıraathanesi” müdavimleri arasında “Fırtına’da 15 bazıları 80 ağır var” diye konuşulur muydu?

O güzelim Fırtına ovasında, bir şehircilik uzmanının denetiminde sosyal ve kültürel etkinliklere açık proje ve planlama yapılmış olsaydı, Ardeşen’i bölgede örnek bir kent yapamaz mıydık? Örneğin; o proje ve planın kapsamına, çok amaçlı “Kültür, tİyatro ve Folklor Gösteri ve Tanıtım Evi”; modern donanımlı, Uygulamalı Turizm ve otelcilik Oteli; çok kapsamlı Halk Eğitim Merkezi; Fuar ve Konferans Toplantı Salonları Tesisi; en az 30 bin kişilik futbol sahası; uluslararası yarışmalar için yarı açık olimpik yüzme havuzu; ovanın etrafında ulaşımı sağlayacak mini tren seferleri; yeme, içme ve dinlence tesisleri; bol yeşillikli bir dizi parklar; belli yolcu kapasiteli gemilerin yanaşabileceği vapur iskelesi; ilköğretim, lise, meslek okulu ve üniversite binaları; yaylalara günlük sefer yapacak helikopter pisti; yer altı ve yerüstü büyük kapasiteli katlı otopark; emekli ve yaşlılar için sosyal tesisler gibi civar ülkelere de hizmet verebilecek bir yapılaşma Fırtına ovasında hayata geçirilmiş olsaydı fena mı olurdu? Fenanın ötesinde; Asya, Rusya Federasyonu ve hatta Arap devletleri için bir çekim merkezi olurdu Ardeşen…

Bazıları: “Ohaa! Daha neler” diyebilir… Elbette bugün yapılsın demiyorum, zamanında yapılmış olsaydı diyorum. Diğer taraftan; başta Hükümet Konağı, belediye sarayı, jandarma komutanlığı, askerlik şubesi, emniyet müdürlüğü, itfaiye, hastaneler, alışveriş merkezleri gibi halk hizmetini veren kamu ve özel binalar Düz Mahalle’ye kaydırılmış olsaydı daha iyi olmaz mıydı?

Vatandaşlarımızın yerleşim yerleri; çarşının yamaçlarından başlayarak, Zeytinlik Köyü ve Pirinçlik mahallelerine kadar uzanmış olsaydı fena mı olurdu Ardeşen’in görüntüsü?

Elmalı mahallesinde uluslararasına sefer yapacak uçaklar için bir havalimanımız olsaydı fena mı olurdu?

Her sabah İstanbul, Ankara gibi batı kentlerinden erkenden kalkacak; 3000 – 4000 yerli-yabancı yolcusu bulunan hızlı tren Doğu Karadeniz şehirlerinin arka bahçesinden yolcularını döke döke sefer yapsa fena mı olurdu?

Aynı tren Batum yolu ile Doğu Karadeniz’in yeşil serinliklerine turistleri taşımış olsa ve insanlar buralarda konaklasa, yine bu insanların yeme-içme ve yaylalarında gezmesiyle bölge halkına bırakacakları paralarla acaba neler yapılabilirdi, neler..?

O zaman nasıl olurdu dersiniz Karadeniz halkının ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmışlığı… Fazla değil, 20-30 yıl sonra can alıcı sıcaklardan batıdan Doğu Karadeniz’in serinliklerine ve yaylalarına sığınacak insanlara kim bilir belki gölgelik ağaçlar kiralanmış olacak. Bunu niye anlatıyorum; 30-40 yıl öncesi yazdığım yazılarımda: “gün gelecek Fırtına Deresi’nin suyu, batı şehirlerimize tankerlerle taşınacak” dediğimde okuyanlara pekte inandırıcı gelmemişti. Ama geçen ay Mecidiyeköy’deki evime girerken kapının eşiğine bırakılan broşürde “Trabzon Uzungöl Yaylası’nın Kaynak İçme Suyu” yazıyordu.

Yine geçmiş senelerdeki yazılarımda ve konuşmalarımda: “Gün gelecek turistler helikopterle Kaçkarlar’ın üzerlerinde uçacaklar” dediğimde; hemşehrilerimin bazılarınca ciddiye alınmamıştım. Ama 2003 yılında bölgemizi, yaylalarımızı tanıtmak amacıyla İstanbul’dan götürdüğüm 5 gazeteci ve televizyoncu arkadaşıma dostum Ahmet HAŞİMOĞLU, Ayder’deki villasını tahsis etmişti. Ertesi sabah Ahmet Bey bana: “Hocam, bugün sizlere eşlik edemeyeceğim. İsviçre’den gelen misafirlerim var. Biraz sonra helikopterle yaylaların üzerinde uçacaklar” dediğinde gülümseyerek sevinmiştim.

2010 yılının Haziran başında da eşim ile baba ocağı Ardeşen’e gittik. Eş, dost ve yakınlarımızla hasret giderme amaçlı ziyaretler yaptık. Çocukluk yıllarımdan arkadaşlarımı, ekseriyeti derin dondurucuda saklanmış gibi diri ve canlı buldum. Bu arada başta Ardeşen Kaymakamı Cahit KILINÇ, Özel İdare Müdürü yeğenim Dursun YAŞAROĞLU, Halk Eğitim Müdürü Mustafa TOPÇU, ilçenin ileri gelenleri ve bazı muhtarların daveti ile Ardeşen’in yaylalarına çıkmak üzere yola koyulduk. Tahminen yarım saat sonra doğanın en güzelleri ile kucaklaştık. Deyim yerinde ise; harikalar diyarı… Anlatmak zor, yaşamak lazım… Piknik yemeğinde bazı muhtarlarla söyleşi yaptım; yaylaların özellikleri hakkında ilginç bilgiler edindim.
Piknik yemeğinde; birimiz beyaz birimiz kırmızı et ızgaraları, birimiz yöresel tatlıları birimiz de meyve çeşitlerini peş peşe midelerimize indiriyoruz. O halimizi görmüş olsa devrimci şairimiz Tevfik Fikret ne derdi bilemem… Ama herhalde o meşhur “Yiyin efendiler, yiyin! Çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yiyin” sözlerini tekrar ederdi. Ben kendi kendime: “Bu kadar yemekten sonra artık akşam yemeğini yemem” dememe karşın, muhtar kardeşimizin ikram ettiği yaylanın kaynak suyundan 2 bardak içmemle kendimi etlerin ızgara yapıldığı kuyrukta buldum. Bana o gün güzel bir gün yaşattıkları için başta Sn. Kaymakam Cahit KILINÇ ve tüm dostlarıma yürekten teşekkürler.

Özel İdare Müdürü Dursun YAŞAROĞLU, yayla gezisinden bir gün önce beni Ardeşen Halk Eğitim Merkezi’ne götürdü. Okul Müdürü Mustafa TOPÇU ile tanıştırdı makamında. Genç, dinamik ve işinin ehli, usta bir yönetici… Bölgenin insanı… Alçak gönüllü… Kendilerini tanımaktan memnun oldum. Bize okul hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. Çok yararlandım ve sevindim. Bölgemizin kızları ve bayanları için büyük bir şans böyle bir eğitim kurumunun bulunması Ardeşen ilçe merkezinde… Ayrılırken bize “Rize Bezi”nden el işlemeli kendi ürünlerinden armağanlar verdi. El emeği, göz nuru olan ürünleri çok beğendik. Bilindiği gibi bu ürünlerin hammaddesi kendir ipliğidir.

Sırası gelmişken bilmeyenleriniz için Rize bezinden biraz bahsetmek isterim. Rize bezi, Rize’ye özgüdür ve dokuma tezgahları gürgen ve kestane ağacından yapılmaktadır. Vücudun terini çeker, hava aldırır ve cildin solunumuna engel olmadığından sağlığa yarar sağlamış olmaktadır. Bu nedenle, sıcak ülkelerde ve rutubetin fazla olduğu kıyı bölgelerdeki halk tarafından iç ve dış giyimde kendirden dokunmuş kumaşlar kullanılmaktadır. Yörenin geleneksel dokumalarından olan Rize Bezi, üretimi sırasında hiçbir şekilde kimyasal süreçten geçmez. Bu nedenle de stresten korunabileceğiniz bir kıyafet giymek istiyorsanız mutlaka Rize Bezi ile tanışmalısınız.

Ertesi sabah, Halk Eğitim Merkezi usta öğretmenlerinden kayınbiraderim Burhan SÜER’in eşi Sevim Hanımla birlikte tekrar okula gittik. İstanbul’daki dostlarıma hediye etmek üzere okulun ürünlerinden 10 parça satın aldım. İTÜ Vakfı Turizm Okulu’ndan mezun olduktan sonra Çayeli’nde “KAÇKAR Turizm Seyahati”ni kuran öğrencim Birol SARI’nın hediyesi “ALTINÇAY KOLONYA”larını da ilave ederek İstanbul’daki dostlarıma takdim ettim.

Bu satırları yazarken; sizlere Doğu Karadeniz’in yeşilliğini, beyaz karların üzerinde yürütmeyi, serin kaymak sularından içirmeyi, Fırtına deresi kenarında alabalık yedirmeyi arzu ettim. Dostlarımla, doğduğum, büyüdüğüm ve çocukluk yıllarımın unutulmaz anılarıyla dolu olan Ardeşen toprağının apayrı doğal güzelliklerini ve niteliklerini paylaştım. Ama en çokta birbirinden güzel yöreleriyle, eşsiz doğa örnekleriyle ülkemizin hiçbir bölgesinin var olan güzelliklerinin kaybolmamasını, korunup kollanmasını arzu ettim. Gelecek nesillerimize yaşanılası bir dünya için…



Önemli haberleri kaçırma!

E-posta bültenine abone ol:

Tüm güncellemelerden e-posta yoluyla haberdar olun.