ANTİK DEĞERLERE BAKIŞ AÇIMIZ…

K.Ünsal Barış K.Ünsal Barış 31/12/2019 23:40

Biz Türkler, antik değerlere kırık taş gözü ile baktığımız için, kimini çaldırıyor, kimini satıyor, kimine de devlet izni ile yurt dışına çıkarılmalarına izin veriyoruz. Ayakta  kalmayı başarabilen bazı antika kentler ve eserler de ticari amaçlar uğruna işgal altında tutuluyorlar. Sorumlu kişiler ise; “Su akar, Türk bakar..” örneği, işgalleri seyrediyorlar.

“ZEUS” sunağını Almanlara nasıl hediye ettik?

Berlin’i ziyaret edenler bilirler, antik Bergama kentinin en değerli yapıtı olan “ZEUS” sunağının orijinali, tüm görkemi ile, yıllardır Berlin “Pergamon Museum” içinde korunmaktadır.

ZEUS sunağı, Almanlar tarafından 19’ncu yy. da bir terzi hassasiyeti ile  Bergama antik kentinde kesilip, numaralanıp, ambalajlanıp, Berlin’e taşınıp, devasa bir müze içine yeniden monte edilmiş, muhteşem güzellikte ve sağlam kalmış bir sunaktır.  

Türkiye’deki bazı kaynaklara göre ZEUS sunağı, Osmanlılar döneminde Alman arkeologlar tarafından Berlin’e kaçırılmıştır. Bu bilgilendirme yanlıştır. Bu sunağın görkemini görenler, bu sunağın kaçırılamayacak kadar dev bir antik yapıt olduğunu anlayacaklardır. Bana göre, bu bilgilendirme, aczimizi kamufle etmek için uydurulmuş bir saptırmacadır.

Konunun doğrusu: ZEUS sunağı, padişah, ikinci Abdülhamit’in fermanı ile Almanlara hediye edilmiş bir yapıttır. Fermanın orijinali, müzede özel cam koruma içinde yıllardır sergilenmektedir. Ben fermanın Almanca  çevirisini  okudum. Ferman da; (sunak kastedilerek) “Taş parçalarının Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasına izin verilmiştir” açıklamasını okuyunca, gözlerim fal taşı gibi açıldı.

İkinci Abdülhamit, tarihte aydın, batı görüşlü ve yenilikçi bir padişah olarak tanınmaktadır. Böyle tanınan bir padişah, taş ile antikayı, taş ile kültürü, taş ile tarihi, taş ile sanatı, ayırt edemeyecek kadar zavallı bir ferman çıkartırsa, Osmanlı İmparatorluğun son iki yüzyılında, neden çöküntü sürecine girdiğini daha iyi anlayabiliriz.  

Günümüzde antika servetimize hala taş yığını gözüyle bakan anlayış yok mudur? Bence, sayıları daha da artmış olarak aramızda dolaşıyorlar ve kendilerini muhafazakar entellektüel veya liberal entellektüel olarak tanımlıyorlar.  

Almanların uyanıklığı

Almanlar; Osmanlı padişahı, ikinci Abdülhamit döneminde, Haydarpaşa ve Sirkeci garları ile Bağdat-Paris demiryolu ağını inşa etmişlerdir.  

Almanların inşa ettiği demir yollarının güzergahını incelerseniz, ya petrol havzası üzerinden geçer, ya da antik kentlerin içinden veya yanından geçer veya önemli bir  maden yatağının civarından geçer.

Acaba, bu bir rastlantı mıdır, yoksa Osmanlıların zayıflığından, aczinden,saflığından yararlanıp, pastadan pay alma uyanıklığı mıdır?

Fransızların turizm anlayışı

Fransızlar; Anadolu’da, Yunanistan’da, İtalya’da, Tayland’da, Mısır’da, Malezya’da v.s. ülkelerde olduğu gibi, antik kentlere sahip değillerdir. Fransızların antika sayılabilecek yalnızca Paris kentleri vardır.

Fransızlar, yegane antik kentleri olan Paris’i gözlerinin içine bakar gibi, iyi bakıp, iyi koruyorlar. Paris, gerçekten de tarih ve romantizm kokan, şiirsel bir kenttir.

Fransızlar, ülkelerini turistik hale sokmak için, ellerindeki her türlü olanağı bir elmas gibi işleyip, ambalajlayıp, milli vitrinlerine koyup, turizmde ziyaretçi ve gelir rekorları kırarlarken,  (örneğin; 17. yy’dan kalma tuz ve şarap imalathaneleri ile bazı  şatoları müzeye çevirmişler.) biz ise, sahip olduğumuz antik değerlere taş gözü ile bakıp, elimizden kaçırıyor veya tahrip ediyoruz.   

Bizans “PALATIUM MAGNUM” sarayı yağması

Günümüzde yine taş yığını felsefesi ile, Bizans İmparatorlarının ikamet ettiği, tarihi M.S. 330 yılına kadar inen  “PALATİUM MAGNUM” Sarayının son kalıntıları üzerine, bir otelin ek inşaat çalışmaları sürdürülmekte ve bu acımasızlık turizm gündeminde birkaç yıldır tartışılmaktadır.   

Bu talihsiz saray, Bizans döneminde önemli iki yangın ve iki büyük depremde ciddi zararlar görmüştür. Ayrıcana, Bizans’ın Ortodoks mezhebine ait bir kültüre sahip olması, zenginliği ve batılıları kıskandıracak kadar gelişmiş bir medeniyete sahip olması nedenleri ile farklı dönemlerde birleşik Katolik ordularının işgal ve yağmalarına  uğramıştır.

 Bu işgallerde acımasızca yağmalanan Bizans’ın tüm saray ve kiliseleri gibi “PALATIUM MAGNUM” da yağmalanmıştır. Bu yağmalarda, Hristiyan dünyası için çok önemli kabul edilen bazı kutsal emanetler, Bizans hazinesi ve bazı kıymetli sanat eserlerinin Roma’ya kaçırıldığı da bir tarihi gerçektir.   

Zamanında 100.000  metrekarelik bir alan üzerine yayılmış olan saray birimleri İstanbul’un fethinde yıkık vaziyette bulunmuş. Saray işlevini Edirnekapı’daki “TEKFUR SARAYI”  görmekte imiş.

Osmanlılar döneminde saray kalıntılarının bir kısmı üzerine Sultan Ahmet Camisi, Cezaevi (şimdi Four Seasons Hotel oldu), Darülfünun (Üniversite), Fransız askeri hastanesi (Kırım savaşı’nda Osmanlının müttefiki),  Yahudi yerleşim binası, Meclisi Mebusan (Osmanlı Parlamentosu), Vakıflar binası, Adliye sarayı gibi önemli hizmet binaları kurulmuş.

Bu hizmet binaları da Osmanlı döneminde yaşanan önemli depremler ve yangınlardan sonra kullanılmaz hale gelip, kendi haline terk edilmişler.

Geri kalan arazi, sahile kadar parsellenip, ikamete açılmış. Sahilde bulunan saray yıkıntıları da 19’ncu yy. da inşa edilen demiryolu nedeni ile yıkılmış. Bugün 100.000 metrekarelik alandan yalnızca 17.000 metrekarelik bir alan kalmış. İşte bu kalan yıkıntı alanın bir kısmı üzerine de bugün ikinci ek otel binası inşa edilmektedir.

Topkapı Sarayı girişi, Aya Sofya müzesi yanında bulunan Bizans sarayı kalıntıları üstüne kondurulan otel, hem tarih katliamıdır ve hem de haksız rekabet nedenidir.  Tabii, bu binayı yapanlara değil, inşaat ve işletme ruhsatı verenlere kızmamız gerekir.

Oysa ki, dönemin en zengin ve modern kentinin imparatorluk sarayını ortaya çıkarıp, restore edebilseydik, Aya Sofya müzesi gibi, ilgi odağı olacak bir antik yapıt   kazanmış olacaktık.    

Bu yağma ve tahribata Bizanslıların kemiklerinin sızladığı gibi, Fatih Sultan Mehmet’in ruhunun da isyan ettiğini hissediyorum.

İşgal altındaki antik Side kenti

Antik Side kenti Bizans gibi bir yarımada üzerine kurulu, 2.500 yıldan fazla geçmişi olan, zamanın en büyük kültür ve yerleşim merkezlerinden birisidir. Tarihi çok zengindir. Çok işgal ve savaş görmesine rağmen, kent günümüze kadar ayakta kalabilmeyi başarabilmiştir. Bana göre dünya mirasları arasında korunması gereken sevimli ve çok değerli bir antik kenttir.

Bu güzel antik kentimizi işgal altında gören gerçek turizmciler, tarihçiler, sanat severler, arkeoloji ilmi ile ilgilenen yerli ve yabancı insanların şahit oldukları görüntülere şaşırdıkları ve üzüldüklerine hiç şüphem yok.

Çünkü, bu değerli harabelerin altında, üstünde, içinde, yanında, önünde; lokanta, kebapçı, bar, kafe, çay bahçesi, birahane, hediyelik eşya dükkanları, küçük oteller, pansiyonlar, çirkin beton yapılar v.s. adeta cirit atıyorlar. Antik Side kenti, adeta işgal altındaymış izlenimini veriyor. Tabii her yerde olduğu gibi, burada da sorumlu kişiler seyir halindeler…  

Bir turizm mensubu olarak, bu sevimli antik kenti bu halde görmekten büyük üzüntü duyuyorum. Tarih ve antik değerlerimiz yağma ve talana uğramış, karışanımız ve sahiplenenimiz yok. Biz sahiplenip, koruyamadığımız için de elalem çalıp, çalıp götürüyor.

Yukarıdaki tüm örneklemelerde, yerel makamların seyirci kalmalarına ve tepki göstermesi gereken tarafların tepkisizliğine bakılırsa, insanın aklına, geniş bir saadet zincirinin kurulu olduğu ve pastadan pay aldıkları şüphesi geliyor.  

Yeterince değerlendiremediğimiz nehirlerimizden gürül gürül akan sularımız için yabancıların söylediği tekerlemeyi tekrar etmek istiyorum: “Su akar, Türk bakar…”

Özetle:

Antik değerlerimiz hediye edilip, satılıp, kaçırılıp, işgal edilip, ticari amaçlar uğruna yıpratılırken, bizler bunu tepkisizce seyrediyoruz.

Bir taraftan ormanlarımız yakılıp, kesilirken ve diğer taraftan kıyılarımız, denizlerimiz  ticari amaçlar uğruna doldurulurken, bizler bunu tepkisizce seyrediyoruz.

Ticari amaç tabii ki hem devletimizin, hem sermaye sahiplerinin, hem de yöneticilerin hedef ve amacı olmalıdır. Ancak, doğanın ve sahip olduğumuz değerlerin yıpratılma ve kaybedilmeleri uğruna değil. İkisinin arasındaki nüansı iyi anlamak ve bu nüansı korumak gerekir. Aksini yapmak egoistliktir, vatan hainliği ile eş değerdir.

Bizden sonraki nesillere bir şeyleri sağlam olarak bırakmalıyız. Geleceğimiz olan nesillerin hayatlarını idame ettirebilmeleri için gerekli olan can damarlarını bu günün sorumlusu olan bizler tıkamamalıyız.

Kendi bindiği dalı kesen insanın aklından şüphe edilir.

“Yağma Hasan’ın böreği…” Yaklaşımını terk edip, batılılar gibi düşünmeyi ve davranmayı öğrenmeliyiz.

Ne çekiyorsak, hırsın dozunu bilmeyen bazı insanların kısa vadeli kısır düşünce ve menfaat beklentilerinden çekiyoruz.  

K. Ünsal BARIŞ
[email protected]





Önemli haberleri kaçırma!

E-posta bültenine abone ol:

Tüm güncellemelerden e-posta yoluyla haberdar olun.