Türkiye'nin Etnoğrafya Müzesi'ne Ankara'da Bir Gezi...
Ankara Etnografya Müzesi dünyada müze olarak tasarlanmış yapılar arasında olduğu için ayrıca bir sergileme değeri taşımaktadır. Komşusu Resim Heykel Müzesi birlikte Ankara’nın siluetini birlikte süslemeleri yanında yıl içindeki özel etkinlikleri ile de mutlaka görülmesi gereken yerler arasındadır.
Ankara’nın Samanpazarı’nda eski adıyla Namazgah Tepesi’nde, etnografya binası olarak, Selçuklu ve Osmanlı mimarlık tarihi örneklerini yansıtan bir şekilde, Cumhuriyet döneminin ilk müze binasında sergilenen, ülkemizin her köşesinden derlenmiş giysiler, dokumalar, cam, çini, minyatür, tezhip, ahşap oymacılığı eserleri arasında etnoğrafik yolculuğa çıkmanın yanında, ülkemiz insanının yaşamından kesitler görüp, tarihi yaşadım.
Ankara’da Opera meydanında otobüsten inip, eski Ankara ‘nın dar sokaklarındaki tarihi yapılar arasına dalınca tarihi atmosferi solumaya başladım. Numune hastanesinin yanından Cumhuriyet Döneminin ilk mimari örnekleri olan Türk Ocağı, bugünkü Resim Heykel Müzesi ve Etnografya Müze binalarının bulunduğu alana ulaşıyorum. Her ikisinin de Mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu, önce, ilk çağdan günümüze Anadolu’nun mimari özelliklerini yansıtan etnografya müze binasının inşasına l925 yılında başlamış. http://www.turizmaktuel.com/haber/turkiye-nin-en-zengin-sanat-muzesinde-sanatla-dolu-2-saat
Ulu Önder Atatürk’ün Ankara’da bir milli müze kurulması talimatı üzerine, Türkiye’de milli tarihi ve karakteri yaşatacak bir Etnografya müzesi kurma çalışmalarına 1924 yılında bir kültür komisyonu kurularak başlanmış ve Macaristan, Budapeşte Etnografya Müzesi uzmanlarından Türkolog Prof.Dr.J.Meszaros da bu çalışmalara katılmış. Yapımı tamamlanan müzeye ilk müdür olarak, Hamit Zübeyir Koşay atanmış.
Tek katlı, 4 sütunlu, anıtsal bir girişe 24 basamaklı merdivenlerle ulaşılan bina, dikdörtgen şeklinde açık avlulu, kubbeli, taş duvarları küfeki taşıyla kaplanmış, alınlık mermerle kaplı ve oyma ile süslenmiş, 854 m2lik alanda yükselen ilk müze binası ihtişamından bir şey kaybetmemiş gibi, karşımda. Türk halkının yaşamından kesitler sunmak amacıyla, düğün, sünnet gibi özel günler başta olmak üzere günlük hayatta kullanılan eşyaların sergilendiği binanın dıştan görünüşü, içeride sergilenen eserlerin özelliklerini yansıttığı hemen fark ediliyor. Binanın bahçesinde, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırılan 1927 tarihli Atatürk’ün at üzerinde büyük bronz heykeli
Atatürk müzenin inşaatı sırasında çalışmaları sık sık izlemiş, Mimar Koyunoğlu ve ustalardan bilgi alarak, Ankara’yı tepeden gören bu alanda binanın önünde bir park yapılmasını da istemiş. Müzeye getirilecek eserler konusunda çalışmaların yürütüldüğü dönemde, ressamlar Cemiyeti izin alarak İbrahim Çallı gibi ünlü ressamların eserlerinden oluşan sergi açılmış. Ülkemizin her köşesinden derlenen etnografik eşyalar ve eserler ile 1925 yılında çıkarılan Kanunla kapatılan tekke, türbe ve zaviyelerden Ankara’ya getirilen eşya ve eserlerin çoğunun sergilendiği müze açılışı, Afgan Kralı Amanullah Han’ın ülkemizi ziyaretleri sırasında 18 Temmuz 1930 tarihinde yapılmış.
Merdivenleri tırmanarak anıtsal kapıdan, Müzeye giriyorum. Girişin tam karşısında, orta alanda Atatürk’ün sonsuzluğa ulaşmasından sonra misafir edildiği ilk anıtkabir. Burası 10.11.1938’de Sonsuzluğa uğurlanan Atatürk’ün 21.11.1938’ten 10.11.1953’ e kadar yattığı Yerdir yazısının olduğu mermer bir levha bulunuyor. Karşı duvarın sağında ve solunda Atatürk’ün cenaze törenini yansıtan fotoğraflar sergileniyor.
Atatürk’ün ebediyete intikalinden sonra, mermer havuz daha sonra kapatılarak bu alanda 21 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün na’şı Anıtkabir’e taşındığı 10 Kasım 1953 tarihine kadar burada misafir edilmiş, 15 yıl süreyle müze ilk Anıtkabir olarak Devlet Erkanının, yabancı heyetler ile halkın ziyaret yeri olmuş. Binada yapılan çalışmalar sonucu Etnografya Müzesi 1956 yılında tekrar hizmete açılmış, Atatürk’ün misafir edildiği yer sembolik şeklinde korunmuş.
Türk sanatının Selçukludan günümüze uzanan örnekleri sergileniyor. Sağ tarafa, sergi salonlarına yöneliyorum. Vitrinlerde Anadolu’nun her köşesinden, giysiler, maden işleme sanatı, halı ve kilim gibi dokuma örnekleri, başta Türk kadını olmak üzere, Türk insanının yaratıcılığını gösteriyor. Ahşap gömme dolaplar ve tavanıyla dikkat çeken bir odadaki Sünnet düğünü, Kına Yakma, Damat Traşı, Türk kahvesi pişirme ve sunma gibi törenlerin yansıtıldığı tematik vitrinler beni törenlere götürüyor anları yaşatıyor. Vitrinlerde Ankara seğmen, Erzurum ve Karadeniz erkek giysisi, Ege zeybek giysileri ile gelin giysisi ve üç etek giysilerinin yanında altın, gümüş, kemer, küpe, bilezik gibi takılar, işlemeli başlıklar, çarık, bohçalar, yatak örtüsü, sedef kakmalı kutular gibi çeşitli eşyalar sergileniyor. Dikkatimi en fazla sedef, fildişi, mercan, çeşitli taşlar ve kabuklardan yapılma takılar çekiyor.
Türk işleme sanatını tarihsel olarak yansıtan pamuk, keten, atlas, çuha gibi kumaş ve deri üzerine altın, gümüş sırma işlenmiş örnekleri ayrı bir bölümde karşıma çıkıyor. Kimi bir kese, kaftan, elbise, saat, cepken üzerinde, kimisi de hamam giysisi, bohça, yatak örtüsü, başörtüsü, duvak üzerinde rengarenk motiflerle işlenmiş. 18-19 yüzyıldan Bergama, Uşak, Milas, Sivas, Konya, Kars yöresi kilim ve halı örnekleri, tezgahta halı dokuyan kadın, dokuma aletleri de el dokuma seksiyonu vitrinlerinde sergileniyor. El Dokumacılığının 11. Yüz yılda, Orta Asya’dan Selçuklular tarafından Anadolu’ya getirildiğini öğreniyorum. Bir tematik vitrinde bakır işleme ustası ve alet edevatlarıyla karşılaşıyorum. Bakır, pirinç, gümüş, bronz, altın gibi madenlerin işlendiği Türk maden sanatının örnekleri buhurdanlık, kazan, şamdan, ibrik ve sini üzerinde görüyorum.10.yüzyıldan kalma tunç sürahi ile bir sini içerisinde tahta kaşık, sahan, tabak, bardaktan oluşan Türk Sofrası sergilendiği vitrin dikkat çekenlerin başında geliyor.
Selçuklulardan kalma ,13 yüz yıl seramik tabak, vazo, gibi eşyalar ile Osmanlı dönemi çinilerin sergilendiği vitrinlerden sonra nadir yazmaların ve çeşitli eşyalardan oluşan koleksiyonu bağışlayan Besim Atalay Vitrini ile baltalar, kalkan, ok, yaylar, mızraklar, kılıçlar gibi çeşitli silahların sergilendiği alanda buluyorum kendimi.
Girişin sol tarafında yer alan salona geçtiğimde, yazma eserlerin bulunduğu vitrinlerde, 12. yüzyıldan 19 yüz yıla kadar çeşitli tarihlerde yazılmış Kuran, ferman, icazetnameler, levhalar ile hattatların kullandıkları hokka, kalem kutusu zarf açacakları gibi aletlerin sergilendiğini görüyorum. Hat sanatının en güzel örneklerinden kestane yaprağı üzerine yazılı levha, kuş şeklinde hat levha ve 16.yüzyıl dan kalma silsilename ile minyatür örneği gibi eserlerin yanında ciltçilik sanatının yöntemlerini görmek beni okul yıllarında el işi dersindeki kitaplarımızı nasıl ciltlediğimiz götürdü.
Vitrinlerin arasından geçip ahşap seksiyonuna girince, çeşitli yörelerden getirilmiş, geometrik ve bitkisel desenlerle bezenmiş mihrap ,sanduka, kürsü, taht, mimber, kapı kanatları üzerindeki ahşap oyma sanatının zenginliğini görüyorum. Kimisi kakma, çıtlarla yapılan kafes tekniği, kimisi de renkli boyama tekniği ile işlenmiş. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahtı ,Ahi Şerafettin’in Sandukası ile Bursa Sinan Paşa Camiinden yurtdışına kaçırılmış, sonra iadesi sağlanan ‘İznik Çini Levhası’ bu bölümde dikkat çekenlerin başında gelenlerdi.
Müzenin bahçesindeyim yeniden, 1 saatlik gezinin sonunda. Muhteşem Ankara Manzarasında, bir kahve eşliğinde gezi izlenimlerimi not almak için ‘Müze Cafe’ ye yöneliyorum.
Önemli haberleri kaçırma!
E-posta bültenine abone ol: