'BİR ZAMANLAR NE GÜZELDİ İSTANBUL...'
İlkokul sonrası; 1949 yılında Ardeşen'den çıkıp, Beyoğlu Tokatlıyan Oteli'nde Barmen yardımcısı olarak işe girdim. İstanbul'un en gözde oteli olan 'Tokatlıyan'da hizmetlerinde bulunduğum konuklarımın her biri adeta öğretmenlerim ve hocalarım olmuşlardı. Ayrı ayrı sektör dallarından gelen konuklarımız kendi sahalarında vizyon sahibi marka olmuş canlı birer kitap ve kütüphane gibi saygın insanlardı.
Onlarla tanışmak, onlarla konuşmak ve onlardan geçmiş anılarını dinlemek benim için büyük bir şans olmuştu. Onların insani ve çağdaş duruşlarının yanında, ben de giderek farkında olmadan büyüyor ve ufkum genişliyordu. Artık benim için bir üniversite olmuştu Beyoğlu ve Tarabya 'Tokatlıyan' otelleri...
Kendimi sürekli geliştirmeye çalışıyor, kitap okumayı alışkanlık ediniyordum. İlkokulda okumaya başladığım Cumhuriyet Gazetesi'nin yanında İstanbul'da da Dünya Gazetesi'nde Falih Rıfkı ATAY ve Bedii Faik gibi değerli yazar ve düşünürlerin okuyucusu olmuştum. Ayrıca haftalık AKİS, FORUM ve HAYAT mecmualarını da kaçırmıyordum. O günlerde edindiğim okuma alışkanlığım sayesinde bugün oldukça zengin bir kütüphanenin sahibi oldum.
Diğer yönden; kamuda, siyasette ve özel sektörde önemli mevkii sahibi kişilerin güven ve sevgisini kazanmış olacağım ki, özellikle işe girme konusunda çevreme ve yakınlarıma destek ve katkıda bulunuyorlardı. Bende bu durumdan sevinç ve mutluluk duyuyordum.
Anne-babamın 6 çocuğundan en büyüğü idim. Biraz para kazanmaya başlayınca sorumluluk duymaya başladım. Köye mektup gönderdim ve küçük kardeşimi İstanbul'da okutmak üzere göndermelerini istedim anne babamdan. 'Sen de çocuk sayılırsın' diyerek göndermediler. Bu defa telgrafla istedim kardeşimi İstanbul'a. Benim ısrarım sonunda razı oldular ve kardeşimi yanıma gönderdiler. Peşpeşe 2 erkek kardeşimin Hukuk ve Sağlık ve sonra da kız kardeşlerimden birinin iktisatta yüksek tahsil yapmaları için maddi manevi zor koşulları üstlendim ve katlandım. Bir miktar parayı da köyde ev yapan anne babama Beyoğlu Postanesi'nden gönderiyordum.
Bu özverili mücadeleme tanık olanlardan Gazeteci ve Hayat Mecmuası'nın Başyazarı Merhum Şevket RADO, 13-21 Şubat 1959?da Hayat Mecmuası'ndaki makalesinde 'Şaban Ali'nin Kalkınma Hikayesi' başlığı altında 2 hafta üst üste yayınladığı yazısında 'Tıpkı Şaban Ali'nin Kalkınma Hikayesi gibi bir kalkınmamız olacak ki, Milli Kalkınma hikayemiz dillere destan olsun? diye vurgulamıştı .
Yazının yayınlandığı günlerde mecmuanın okuyucularından yüzlerce tebrik aldım. Böylece aileme ve topluma karşı duyduğum sorumluluğum pekişmiş oldu.
Diğer yönden; 1950'li yılların başında nüfusu 1.2 milyon olan, üç imparatorluğa başkentlik yapan ve o yıllarda 17 ilçesi bulunan İstanbul'un tümünü ve coğrafyasını tanımaya çalışıyordum.
İstanbul?un o yıllarının; hem benim için, hem de benim yaşıtlarım için geçirmiş oldukları o anılarda izi kalmış güzel yıllar olduğunu düşünüyorum. Düşündükçe bugün gibi hatırlıyorum o günlerde gördüklerimi, yaşadıkalrımı ve anlatılanların, İstanbul'un güzelliklerini...
Nasıl hatırlamam 1950?li yılların İstanbul'unda; bahçelerinde çeşitli meyve ağaçlarıyla, leylaklar, mimozalarla ve katmerli renk cümbüşü gülleriyle dopdolu olan eski köşk ve bahçe içindeki şirin ve güzel evlerini... O mekanlarda ne kadar mutlu bir yaşantıları bulunuyordu İstanbul halkının... Mahalle ve semt çocuklarının keyifle geçen ortaklaşa oynadıkları oyunlar ve rüyamsı güzel günleri...
Yine geçmişin İstanbulluları, varlıklı olmak, köşeyi dönmek ve daha fazla tüketmenin yarışında olmadıkları için insani ve ahlaki değerlerle dopdolu idi yürekleri; evleri ve sokakları... 'Amme Hizmeti' diye bir kültür vardı şehir yönetim birimlerinde, şimdi kendine hizmet geçerli oldu.
Kentin insanları güler yüzlü idiler. Tanısın tanımasın birbirleriyle 'günaydın' diye selamlaşırlardı İstanbul?da insanlar. O günlerde uygar bir yüzü vardı İstanbul'un. Çünkü gelecekten ne umutsuz idi ne de kuşkusu vardı kent halkının. Yasalara ve kent yönetimine saygılı idiler. Kent halkının başlıca eğlence, dinlence, mesire ve gezinti yerleri ise; Adalar, Yakacık, Polonezköy, Çamlıca, Boğazın iki yakası, Belgrad Ormanları, Hünkar Suyu ve Yalova Kaplıcaları ve bunlar gibi yerler idi.
60 yıl öncesi biz Türkler için tatil yapma kültürü yok denecek kadar az idi. Bugün bile nüfusu 70 milyonun üzerine çıkmış olan Türkiye'de 2 milyon civarında vatandaşımız tatile çıkmaktadır. O yılların İstanbul?unda ise tatil yapma kültürü genellikle; Rum, Ermeni ve Musevi gibi azınlıklar tarafından sürdürülmekteydi.
O yılların Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Antalya ve Ege'si bugünkü gibi gözde tatil bölgesi ve beldesi değillerdi. Bu nedenle İstanbullular, yaz aylarında deniz banyosunu alma gereksinimlerini kentin meşhur plaj ve deniz hamamlarından; Florya Belediye, Lido, Menekşedeki Haylaf, Moda, Küçüksu, Suadiye, Yörük Ali, Beyaz Park, Kapri, Tarabya, Elmas ve Altınkum ve de Şile gibi plajlardan yararlanıyorlardı. İstanbul'un tüm çevresindeki deniz suları tertemiz olduğundan her sahil noktasından güvenle denize girebiliyorlardı İstanbullular. Ne güzeldi o yıllarda İstanbul'un plajları ve altın sarısı kumsalları... Onu ancak yaşayanlar bilir.
Ulaşımı da çok rahattı. Trafik sorunu diye bir deyim de yoktu. Ayrıca, o yıllarda İstanbul halkı için her yer yakındı. Şehrin doğu ve batı yakasında tramvaylar zincir halinde çalışır ve kent içinde yolcular ulaşım araçlarında oturarak seyahat ederlerdi. Bir başka keyif verirdi tramvayda yolculuk insanlara...
İstanbullular içme sularını; Kocataş, Çırçır, Hünkar, Sultan, Karakulak, Sirmankeş, Kayışdağı ve Kefeliköy gibi membalardan temin eder, musluklarından tertemiz su akardı.
Kağıthane, Alibeyköy gibi İstanbul'un birçok semtinden cam gibi temiz derelerin suları akardı denize doğru...
Ben İstanbul'da ilk 'gecekondu' tipi evleri 1950'lerin başında Eyüp Sultan'ın üst yamacı 'Taşlıtarla Mevkii'nde gördüm. Bulgaristan'dan göçmen olarak gelmiş soydaşlar için yapıldığını söylüyorlardı. Öyle bugünkü gibi şehrin tepelerinde uyduruk beton yığılmalar yoktu. Yeşil bitki örtüsüyle kaplıydı İstanbul'un yedi tepesi...
Geceleri; Tepebaşı, Küçükçiftlik ve benzeri yazlık bahçelerinde ve Kristal'de; Safiye AYLA, Hamiyet YÜCESES, Müzeyyen SENAR, Neriman ALTINDAĞ TÜFEKÇİ, Zehra BİLİR, Sabite TUR GÜLERMAN ve Munir Nurettin SELÇUK gibi güzide ses sanatkarlarının sesleriyle coşardı İstanbul halkı. Bende 'Tokatlıyan'da işim bitince geceleri Tepebaşı'na kadar yürür ve Hamiyet YÜCESES'in 'Gitti de Gelmeyi Verdi' uzatmalı ve hüzünlü türküsünü dikkatle dinlerdim.
Semt ve mahalle manavlarında genellikle İstanbul'un çevresinde yetiştirilen doğal sebze ve meyvelerin satışı yapılırdı. Bugünkü gibi Antalya'nın yollarında kızaran hormonlu domates ve benzerlerini yemezdi İstanbullular. Lokantaların öğle, akşam müşterisi bulunur; bugünkü gibi halk simitle karnını doyurmazdı.
Yazılı ve görsel basın itibarlıydı, halk yazılanlara inanırdı. Bu nedenle, gazete okuma oranı yüksekti. Aslında; Nadir NADİ, Falih Rıfkı ATAY, Ahmet Emin YALMAN, Sedat SİMAVİ ve Sefa KILIÇCIOĞLU gibi gazete patronları, gerçek gazetecilerdi.
İstanbullular, kentin milletvekillerini ismen bilir ve tanırdı. O yıllarda milletvekilleri seçmenlerinden çok itibar görürdü. Eşlerini kapatarak siyasi prim yapıp, politikada yükselen milletvekili ne görülür ne de duyulurdu İstanbul'da.
Liseden sonra öğrenciler istedikleri fakültelere rahatça girebiliyorlardı. Eğitim ise çok kaliteli olduğundan mezunlar çok donanımlı idi. Halk arasında 'Ben daha fazla dindarım, sen daha az dindarsın' diye tartışmalar yaşanmazdı. Siyasiler gazete ve medya eşliğinde Cumaları camiye gitmezdi. Ulusal birliğimiz tamdı ve Türk olmanın gururu yaşanırdı ülkenin bütününde... O yıllarda İstanbul'da yaşamak bir zevkti. Bugünkü gibi, 'of be! İstanbul'da artık yaşanmaz' diye bir ses duyulmazdı.
Yine o yıllarda İstanbul boğazının iki yakasını birbirine bağlayan köprüler olmadığı için Avrupa'dan Asya yakasına şehir hatları gemileri ile geçilirdi. Gemilerin yolcularıda genellikle tanış oldukları için akşam sabah aralarında tatlı sohbetlerin eşliğinde iskeleden inerlerdi. Halk, şehrin dükkanlarından herhangi bir malı satın aldıklarında, 'Acaba aldandım mı?' diye herhangi bir kuşku ve endişe duymazdı. Çünkü ticari ahlak donanımlıydı o yılların İstanbul esnafları....
Anlatmak istediğim; tanısın tanımasın herkes birbirini sayar, sever ve başkasının zararını kendisinin zararı bilirdi. Adeta büyük bir aile topluluğuna benziyordu İstanbul'un halkı.
Kentin cami minarelerinden müezzinlerin mikrofonsuz okudukları ezan sesleri insanın kulağına öyle hoş yansırdıki anlatamam. Bugünkü gibi ses ve görüntü kirliliği diye bir şey yoktu.
O yıllarda İstanbul'un cadde ve sokaklarında gördüğümüz çağdaş giysiler içinde genç Cumhuriyetimizin bayanları, kent kültürünün birer simgesi gibi idiler. O günlerde Türk kadınına yakışmayan acayip kıyafetlerin görüntüsü insanın gözüne çarpmazdı. Halbuki bugün İstanbul'un insan tipleri de değişti. Sokağında dolaşırken insan korkar hale geldi. Toplumsal olayların her an bir örneğinin yaşandığı bir hal aldı İstanbul ve birer saatli bombaya döndü bir zamanlar 'İstanbul Efendisi' diye anılan insanları....
İşte öyle mutlu günleri yaşamıştı o yılların İstanbul halkı; ama artık çok uzak günler...
'Fikrimiz ve zihniyetimizle beraber, kıyafetlerimizde tepeden medeni olmalıdır ve olacaktır. Medeni olacağız ve bununla iftihar edeceğiz? diyen büyük önder Kemal ATATÜRK (Eylül 1925 Kastamonu) her nekadar aramızda olmasa bile onun ilkeleri, eserleri ve fikirleri ebediyen yaşayaşacak ve de yaşatacağız.
Sizlerle, geçmiş yıllarımın İstanbul'unda yaşadıklarım, gözlemlediklerim ve duyduklarımdan bir kesit paylaştım sevgili okurlarım.
Ah, ah! Bir zamanlar ne kadar çok güzeldin İstanbul...
Şaban Ali Yaşaroğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi Vakfı
Turizm Eğitimi Bölüm Başkanı
Önemli haberleri kaçırma!
E-posta bültenine abone ol: