Ankara’dan Gökçeada’ya Bir Gezi...

Çorak topraklarda bereket tanrısı İmbrassos’un ‘bolluk diyarı’ olarak nitelendirdiği İmroz, bugünkü Gökçeada.

Adil Çulhaoğlu Adil Çulhaoğlu 31/12/2019 23:40
Ankara’dan Gökçeada’ya Bir Gezi...

Adil Çulhaoğlu

Kaz Dağlarından süzülüp yeraltına inen ve adada yer yüzüne çıkan bol suyu, adalılara ihtiyaç duydukları her şeyi kendi üretebildikleri, eskiden ada dışından sadece gaz yağını getirdikleri, bir yaşam ortamı sunduğunu bu nitelendirmeyi doğrulayan doğal zenginliği ve güzelliği ile ziyaret edenlere adaya atılan ilk adımda fark ettiriyor.

Gökçeada’ya yıllar önce yerleşen Ömer ile akşam feribotuna yetişebilmek için,  Ankara’dan erken saatlerde yola çıkıyoruz. Eskişehir, Bursa, Balıkesir’i aşıp, Lâpseki’den Gelibolu’ya da feribotla geçiyoruz. Dönüşümüzü Çanakkale üzerinden planladığımızdan, Gelibolu’daki, tarihi tuzlanmış sardalye fabrikasının satış mağazasından balık konservelerimizi alıyoruz. Kabatepe’ye, vardığımızda bizi feribotun 2 saatlik rötar haberi karşılıyor. Arabamızı sıraya koyup beklemeye koyuluyoruz.

Bir süre sonra limanda bir hareketlenme oluyor, akşamın alaca karanlığında ağzını açmış balinaya benzeyen bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Ön kapağını açmış iskeleye yanaşan feribot bu. Arabalara doluşup feribota biniyoruz, Bulgar plakalı araçların çokluğu dikkatimizi çekiyor, asansörle üst kata çıkıp, koltuklarda çaylarımızı yudumlamaya başlayınca, feribotun ekstra sefer yapmasında dolayı 2,5 saatlik geciktiğinin bize söylendiğine aldırmıyor, kısa tatilimizin başladığını hissediyoruz.

Yaklaşık 1,5 saatlik yolculuktan sonra adaya ulaşıp, otele doğru ilerlerken karanlıkta çevreyi tanımaya çalışıyorum, ama otelin lokantasında yemeğe oturduğumuzda, adayı tanımayı sabah gün ışığında yapacağımız geziye bırakıp, Gökçeada hakkında bilgi alıyorum, yaptığımız sohbette.

Tarihi günümüzden 5000 yıl öncesine, erken tunç çağı dönemine kadar uzanan ve Homeros’un İlayda’sında ‘deniz tanrısı’ Poeseidon’a adanan ada  olarak bahsedilen ülkemizin en büyük adası M.Ö 500 Atina Şehir devletine, daha sonra  da Delos Roma Birliğine girmiş, Roma ve Bizans hakimiyetleri, Latinler, Venedikliler, Cenevizler sonrasında, 1456 ‘da Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı topraklarına katılarak Vakıf haline getirilmiş.

Balkan harbi zamanında İtalyan, 1.Dünya savaşı sırasında İngiliz ve Yunanların eline geçen Gökçeada Lozan antlaşması sonunda Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmış, Gökçeada ve Bozcaada Mahalli İdareler Birliğinin merkezi Gökçeada olmuş, bu gün adanın ortasında adeta 9 köy yollunun kesiştiği yerde 4 mahalle halinde İlçe merkezi kurulmuş.

Yaz aylarında İstanbul’dan daha çok yerli turistler, sörf ve dalış yapmak için de Bulgar turistler yaz kış adaya geliyormuş. 1992 yılından sonra yabancı turizme de açılan adada genelinde ev pansiyonculuğu hakim, küçük pansiyonlar, butik oteller, Apart oteller,  resort otel ve kampingler gibi konaklama tesislerinde yatak sayısı 2 bin civarındaymış. Son zamanlarda butik otele dönüştürmek üzere restore edilmeye başlanan eski evlerin sayısının artmasıyla Gökçeada’da yatak sayısının daha da artması bekleniyormuş.

Sabah kakıp otelin lokantasına indiğimizde, bizi bahçede kurulu masada ‘mükellef’ bir kahvaltı bekliyordu. Önümüze gelen çeşit çeşit zeytin, peynir, dut reçeli, bal, domates, meyveler hepsinin Gökçeada’da üretildiğini öğreniyorum. Otelin bahçesinden göz alabildiğine uzanan Çınarlı ovası manzarası rengârenk karşımızda bizi davet ediyor.

Otelden ayrılıp, vadi boyunca batıya, Zeytinli köyüne doğru yola çıktığımızda bize eşlik eden 30 yıllık Gökçeadalı, Ankara sevdalısı inşaat işleriyle uğraşan Özgür Beyle sohbete başlıyoruz.  Geniş arkeolojik ve doğal sit alanına sahip Gökçeada’da sadece 2 katlı bina inşaatına izin verildiğini öğreniyorum. ’Fazla kat yapmak isteyenleri Gökçeadalılar kınıyorlar ‘diyor, zeytinlikler arasında köye doğru tırmanırken. Taş binalar arasında, daracık yolda araçla ilerlerken tarihi soluyoruz adeta. 1961 yılında köyün Papazının yaptırdığı üzerinde zeytin dalı, kekik vb. motiflerle süslü Köy Çeşmesi, manastır, kilise dikkat çeken yapılar. Köy çamaşırhanesi de hala ayakta. Köy Meydanına indiğimde camında ‘ Sıcak Kahve’ yazan önünde birkaç masalı bir dükkan dikkatimi çekiyor.  Küçük, şirin bir kahvehane burası Dibek Kahvesi yapıyorlar. Bir kahve de ben kendime söylüyorum. Bu arada Fener Rum Patriği Barthelemeos’un da Zeytinli Köyünden olduğunu öğreniyorum.

Biz köy ve koy gezilerimiz için Tepe Köyüne doğru yol alırken, adada yer altı sularından beslenen 5 göletten biri, Zeytinli barajı karşımıza çıkıyor. Vadi yemyeşil, yolda kıvrıla kıvrıla tırmanıp Tepe Köye ulaşıyoruz. Üzüm Bağı kenarına kurulu lokanta ve tavernadan Barba Yorgo’dan  Gökçeada’nın şaraplarından alıyoruz. Beyaz şarabın buzlukta kristalleşinceye kadar bekletildikten sonra,   içilirse farklı aromasının hissedileceğini öğreniyorum bu arada. Taş evlerden başka yapının olmadığı, köy içinde bir tur atıyoruz,  geniş köy meydanında bir çok lokanta ve cafe-bar  görüyoruz.

Ülkemizin en batı ucuna doğru yolculuğumuza devam edip, Uğurlu köyünde denize ulaşıyoruz. İşte Türkiye’nin en batı ucu, İnce Burun, diğer adıyla İncir Burnundayız. Bir liman, karaya çekilmiş birkaç teknenin bulunduğu bir tarafı çakıl bir tarafı kumluk uzun bir sahildeyiz. Denizin kokusunu içimize çekerek, adanın Güneydoğusuna, Aydıncık sahiline uzanan yolda ilerliyoruz. Masmavi deniz ve yeşillikler arasında kekik kokularıyla bezeli doğanın hakiminin koyun ve keçi sürülerinin olduğunu fark ediyoruz. Küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin Zeytincilik ve Balcılık ile beraber ada ekonomisinin ana dalı olduğunu anlıyoruz.

Bir koyda dalış yapanları bir süre seyrediyoruz. Aydıncık Sahiline inmeye başladığımızda Tuz Gölü ve sörf yapanların oluşturduğu muhteşem bir manzara karşımıza çıkıyor. Gökçeada Sörf Merkezi ve Kampingler ve lokantalar sıralanmış sahil boyunca. Bir mola verelim diyoruz kafeteryanın birinde. Feribotta gördüğümüz,  Bulgar plakalı araçlarla gelenlerin çoğunu burada sörf yaparken buluyoruz.

Eşelek köyünden geçince yol boyunca yamaçlarda akan suların bolluğu dikkatimi çekiyor. Yamaçtan kuş bakışı yeşillikler arasına kurulmuş İlçe Merkezine doğru iniyoruz. Merkezde kısa bir turdan sonra, Kaleköy’deki güneşin batışını kaçırmamak için yola devam ediyoruz. Kaleye varmadan önce, Yıldız Koyuna, Türkiye’nin tek Sualtı Doğa Parkı’nın olduğu koya uğruyoruz. Çiftlik koyuna kadar uzanan 1 mil’lik bir alanda avlanma yasaklanmış.

Cenevizliler zamanında inşa edilen surları ayakta kalan kaleden, koy manzarasına hakim yamaçtaki lokantaların balkonunda kendimize yer arıyoruz. Balkonlarındaki masalar, güneşin batışını seyretmek için gelenlerle doluydu. Boş masa bulamayınca, bana da muhteşem manzaranın fotoğrafını balkondan çekmek kaldı. Kale köydeki liman ve çevresinde balıkçı lokantaları, cafeler ve barlar küçük kordon boyunca uzanıyor. Cadde ile kordun arasında ortada küçük bir sanat sokağı da oluşturulmuş. Kordun boyu yürüyüş yaparken, kale yamacındaki lokantaların balkonunda güneşin seyrine dalanları bir süre izleyip batan güneşin ışıkları altında renkten renge giren limanı ve kaleyi fotoğraflıyorum. Havanın kararmasıyla birlikte, biz de artık geziyi sonlandırmanın zamanı geldi deyip, adanın balıklarından tadacağımız lokantaya yönelirken ada ortamında farklı tatil izlenimleri arayanlar için tavsiyeye değer bir gezi olarak paylaşmak istiyoruz.


Önemli haberleri kaçırma!

E-posta bültenine abone ol:

Merak etme spam mailler gelmeyecek.